Twitter
RSS

ULUSAL ÇIKARLAR , MİLLİYETÇİLİK VE ENTERNASYONALİZM

Bu köşede defalarca özgürlük ve demokrasinin neo-liberal politikalar ile bağdaşmadığını, iktisat politikasına dair alternatif getirilmediği müddetçe bu söylemlerin içi boş söylemler olacağını vurguladım. Ancak Türkiye’deki gündem bunun sürekli hatırda tutulmasını gerektiriyor.

Sol bir ittifak için kırmızı çizginin neo-liberal iktisat politikasına karşı çıkmak olduğunu daha ilk yazımda belirtmiştim. Neo-liberalizmin iktisadi işleyiş dinamiklerinin bütünüyle ortadan kaldırılmasını savunmadan, demokratik, ekolojik ve sosyal makyajlar ile bu işleyişin ıslahını öngörenler, benim asgari müşterek standardımın ne yazık ki dışında kalmaktadırlar. Neo-liberal politikalara alternatif bir iktisat politikası getirmeyip, kenarından köşesinden bu politikaları eleştirip, solculuk yapan hatta kendisine sosyalist diyen bir çok aydın var. Bunlar, aslında neo-liberal politikaların bir ülkedeki en sinsi ve en etkili savunucularıdır. Bunu neo-liberalizmin iktisadi elitleri de çok iyi bilmekte ve bu “aydınları” birtakım fonların kontrolünde tam yetkili kılmaktadırlar. Bu ülkede neo-liberalizmin en iyi savunusu, sol gösterip sağ vurarak yapılmaktadır. Asgari müşterekleri belirlerken çizilecek bu kırmızı çizgi çok hassas bir çizgidir. Bu çizginin üstünde kalındığında neo-liberalizme karşı çıkmak bir yana, onun en sistemli ve etkili yeniden üreticisi konumuna düşülmektedir. Bu anlamda Türkiye’de kimin solcu olduğu kimin aydın olduğunu anlamak, tam anlamıyla bulanık suda balık avlamaya benzemektedir

Bugün kendine sosyalist diyen liberallerin en çok üstünde durdukları konuların başında milliyetçilik gelmektedir. Bu konuya karşı çok hassas davranmaktadırlar ve bu konu bir çoklarının temel gündemlerini oluşturmaktadır. İlk bakışta insan bu tutumda yadırganacak bir yön bulamayabilir. Bir sosyalistin olmazsa olmazıdır enternasyonalizm . Sosyalistler tabiî ki tüm dünya uluslarının birliği ve dayanışmasını hedeflerler.

Ancak bu kendine sosyalist diyen liberaller, milliyetçilik üzerine bunca yazıp çizerken, özgürlük ve demokrasi üzerine bunca yazıp çizerken, ulusal kimlikten arınıp dünya ile bütünleşelim derken, o bütünleşeceğimiz dünyanın temel dinamiklerini analiz etmiyorlar ise, burada bir problem vardır. Eğer dünyadaki temel dinamiklerin ürettiği bir egemenlik ilişkisi var ise ve bu sonuna kadar deşifre edilmeden, dünya ile bütünleşmeden bahsediliyor ise burada bir problem vardır. En hafif ifade ile bu aydınlar şuna hizmet ederler. Uluslararası egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimi ve bu egemenlerin çıkarlarının korunması. Ulusal çıkar diye bir şey kalmamıştır, dünya artık birbirine kenetlenmiş ve küreselleşmiştir diyenler, dünya egemenlerinin ulusal çıkarlara zarar vermesine izin vermektedirler.

Birileri bu ülkenin dışa açılmasından bahsediyor ve bunun sonuna kadar desteklenmesini istiyor. Peki bu dışarısı nasıl bir dünya? Hangi ilişkiler hakim? Bunlara entegre olurken ulusal kimlikten soyunmak kimlerin işine geliyor? Tüm bu sorulara ışık tutan binlerce kitap var. En çok etkilendiklerimden biri ise ATTAC.

ATTAC (Association pour une Taxation Financieres pour I’aide aux Citoyens )”Yurttaşları Desteklemek İçin Finansal işlemlerin Vergilendirilmesi Örgütü” adlı bir sivil toplum örgütü. 1998 de kuruldu ve hızla büyüdü.

Örgütün hedefini Sosyolog Pierre Bourdieu’ ün 12 Aralık 1995 de Lyon garında grev yapan devlet memurlarına şu seslenişi en iyi biçimde özetliyor: “Uluslararası teknokrasi ile, ancak kendi öz alanında, yani ekonomi biliminde meydan okuyarak ve yararlandığı bölük pörçük bilginin karşısına, insanlara ve gerçeklere onların gösterdiği saygıdan daha büyük bir saygı gösteren bir bilgi çıkartarak etkili biçimde mücadele edebiliriz.“... ATTAC yüz binlerce insanı görünüşte sadece uzmanların ulaşabildiği dünya finansı, ticaret anlaşmaları, değişken kur spekülasyonları hakkında aydınlattı ve “Küreselleşme kaçınılmaz bir kaderdir” diyen genel kanıya karşı bağışıklık kazandırdı.[1]

Bugün yaşadığımız neo-liberal küreselleşmenin, ne demek olduğunu kavramadan, ne demokrasiden, ne milletlerin dostluğu ve dayanışmasından ne özgürlükten ne de eşitlikten bahsetmek mümkün değildir.

1974’de uluslararası paranın düzenleyici mekanizmaları ortadan kaldırılınca, ABD, Almanya, Japonya ve İngiltere merkez bankaları yetkililerinden oluşan gizli topluluk dünyanın hem iktisadını hem politikasını hem de ideolojisini kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmeye başladılar. IMF ve Dünya Bankası bu kontrolün baş aktörleri oldular. Dünyada spekülatif para hareketinin önü açılınca, borç krizine giren ülkelere finansal destek verilmesi belirli şartlara bağlandı. Bu şartların başında ülkenin ticaretini, parasını, tarım alanlarını, dışa açmak geliyordu. Orman kanunlarının geçerli olduğu bir ortama herkes kapısını açmak durumundaydı. Ekonominizin gücü, finansal gücünüz, sanayiinizin , tarımınızın yapısı hiç önemli değildi.

Bunu yapmıyorsanız ilk önce emperyalizmin yerli yandaşları, (bunların sıkı entelektüellerden oluşmasına özen gösterilmektedir), sizi hemen “küreselleşme karşıtı dinozorlar veya “geri kafalı milliyetçiler” olarak nitelendireceklerdi. .

Gerçekte ise durum tam tersi idi: Hiçbir şey ekonominin küreselleşmesini, Amerikalılar ve Avrupalıların yirmi yıldan bu yana savunduğu ve sermaye trafiğinin serbest bırakılmasını amaçlayan basiretsiz siyasetler kadar engellemedi. Gerçekte başarılı bir küreselleşmeyi sabote edenler, küreselleşmenin getireceği büyük olanakları ağzından düşürmeyen IMF ve Dünya Bankası yetkilileri, ABD başkanları ve maliye bakanları, Avrupa hükümetlerindeki sosyal demokratlarıdır. Çünkü siyasetleri ülkeleri ard arda istikrarsız hale getiriyor. [2]

Brown Üniversitesinden ABD’ li ekonomist Profesör Robert Wade neo-liberal Küreselleşmeyi “Son elli yılda barış zamanında gerçekleşen en geniş çaplı yerli mülkiyetin yabancı mülkiyete geçmesi olayı “ olarak nitelendirmekte.[3]

ABD hükümeti IMF yönetiminde 1944’den beri yüzde 17.8 hissesinin tüzüklerde ona sağladığı olanakla veto hakkına sahip. IMF’de yapısal değişiklikler için oyların %85’i gerekiyor. G-7 ülkelerinin toplamı da yüzde 44 hisseye sahip. IMF’nin borçlu ülkeler aleyhine kötüye kullanılmasının belirleyici yasal temeli işte böyle oluşuyor. [4]

Böyle bir eşitsizlik üzerinden dünyadaki birçok ülkeyi esarete alan bir küreselleşmeyi onaylayan her üçüncü dünya ülkesi aydını başta kendi ülkesine sonrada tüm borçlu ülke halklarına ihanet etmektedir. Bu küreselleşmeyi milletlerin birbirine yakınlaşması kültürlerin kaynaşması olarak yazan çizen her aydın, bu eşitsizliğe hizmet etmektedir. Ulusal çıkar diyenleri milliyetçilik ve ırkçılıkla itham edenler, IMF nin içerisindeki güç dağılımını bir kere bile ağızlarına almamaktadır. Özgürleşme demokratikleşme, dışa açılmadan bahsedenler IMF içerisindeki demokrasiden hiç bahsetmemektedir. Gücün egemenliğine boyun eğmenin adalet ile bağlantısına hiç değinmemektedir.

Serbest piyasa ekonomisi vaazı verenler, piyasada döviz kurlarının belirlenmesinde, pazarın değil daha çok gücün belirleyici olduğunu biliyorlar. Küçük ülkelerden farklı olarak üç büyüğün merkez bankaları başarılı bir şekilde istenmeyen kurlarla mücadele edebiliyorlar. Şunu biliyoruz; hiç kimse ABD merkez Bankası’nın kur hedefine karşı spekülasyon yapamaz; özellikle de üç merkez bankası beraber iş yapıyorsa.[5]

Eylül 2000’de Prag’da yapılan toplantıda IMF “herkes için küreselleşme” motifinin esas alınacağı sözünü verdi. Ancak değişen hiçbir şey olmadı. IMF her seferinde resmi bütçenin çok sıkı bir şekilde kısılması, asgari ücretlerin ve emekli maaşlarının düşürülmesi talimatını verdi. ABD’li ekonomist Paul Krugman IMF’ yi; ”Hastanın kan vermesinde ısrar eden ve kan kaybı hastayı kötüleştirdiğinde uygulamayı tekrarlayan Ortaçağ doktorlarına benzetti. [6]

Başka bir küreselleşmeyi savunanlar şunu somut olarak ortaya koymaktalar: Küresel bütünleşme, ortak kuralların belirlendiği, küresel siyasi kurumlar olmadan gerçekleşemez. Ama kesin olan bu kurumlardaki hisse oy ağırlığı dağılımının gelişmekte olan ülkeler lehine yapılması zorunluluğudur, hem de tarafların hiç birine finans piyasalarındaki şartları tek başına belirleme olanağı tanımadan.…ATTAC ve başka birçok uzman tarafından talep edilen IMF yönetimindeki bu güç dağılımı değişikliğinin yapılmasıdır. Böylece IMF finans krizlerini önlemek ve engellemek olan eski görevine (1974 öncesi) tekrar geri dönebilecektir.[7]

Bunun için gerekli olan iktisadi düzenlemeleri Fransa ATTAC‘ın başkan yardımcısı Susan George şöyle anlatmaktadır: Neo-liberal iktisat politikalarına alternatif olarak bir toplumlararası anlaşma, çevresel yenilenmenin, yoksullukla mücadelenin ve demokratikleşmenin finanse edilmesi için bir tür Marshall planı veya küresel Keynescilik gerekmektedir. Bunun için gerekli paranın bir dizi yeni küresel vergilerden gelmesi; bunun yanında Güney devletlerinin borçlarının silinmesi ve finans vahalarının kapatılmasına ihtiyaç vardır. Susan George şöyle devam etemektedir: ” 1940’lı yıllarda Bretton Woods kurumlarının ve Marshall planının tasarlanmasına benzer bir durum ile karşı karşıyayız. ..Zengin ülkeler yoksul ülkelere sırf kendi çıkarları için bile olsa, bu anlaşmayı önermeli…Önemli olan bütün katılımcıların hem söz sahibi hem de sorumlu olduğu devletleri bağlayan anlaşmaların yapılması. Kuzey devletlerine küresel vergilendirme ve dağılım zorunluluğu, Güney devletlerine ise sadece elit tabakanın ticaretten ve yardım paralarından istifade etmediği, gerçek bir demokrasi zorunluluğu getirilmeli. [8]

İşte yukarıdaki düzenlemeler yapıldığında dünyada milliyetçi, ırkçı akımlar ile gerçekten mücadele başlatılabilir. Savaşa karşı barış galip gelebilir. Neo-liberal politikalar ise her gün bir yenisinin oluştuğu savaşları ve kısır çekişmeleri körükler.

Ancak bu alternatif politikaları etkili ve yetkili bir yerlerdeyken savunmaya kalktığınızda başınıza türlü işler gelebilir. Buna en iyi örnek Oskar Lafonten’dir. 1998’de Alman Sosyal Demokrat Hükümet’in ilk maliye bakanı olan Oskar Lafontaine, döviz kurlarının istikrarlılaştırılması için bir hedef bölge sistemi talep ettiğinde, bütün finans dünyası üstüne çullanarak Lafontaine’i Avrupa’nın en tehlikeli adamı ilan ettiler. Projeyi “ütopik ve ekonomi düşmanı” bularak kestirip attılar. [9]

Evet, Avrupa’nın en tehlikeli adamı bugün neo-liberal politikaları savunmaya devam eden SPD Alman Sosyal Demokrat Parti’den ayrılmıştır. 2004 yılında SPD’den ayrılan muhalifler ve sendikacılar WASG Emek ve Sosyal Adalet-Seçim Alternatifi Partisini kurmuşlardır. Bu parti 2007 yılında Demokratik Sosyalizm Partisi PDS ile birleşerek Alman Sol Parti’yi oluşturmuştur. Neo-liberal politikalara karşı çıkan sosyal demokratlar ile sosyalistlerin bu ittifakı bugün Türkiye’ye ve dünyaya örnek olacak bir ilkeler bütünüdür.

Yazılarımda sürekli vurguladığım kırmızı çizgi, yani liberallerin her türlüsünün ittifak dışı kaldığı gerçek anlamda sol talepleri olan sosyal demokratların ve sosyalistlerin bir araya geldiği bir proje Almanya’da hayata geçmiştir ve sürekli gelişme kaydetmektedir..

Bugün Avrupa Sol partinin dönem başkanlığını Alman Sol Partisi yürütmektedir. ÖDP’de Avrupa Sol Parti’de Türkiye’yi temsil eden tek partidir. Ancak Türkiye’de henüz Alman Sol Parti ekseninde bir ittifak gündeme gelememiştir.

Ben şuna inanıyorum ki, Türkiye’de tüm finansal destekleri arkalarına alsalar da, sol liberaller ülkenin entelektüel hayatında ideolojik ve politik hegemonyalarını kurmayı başaramamışlardır. İstikrarsızlıkları her yaşam pratiğinde gün ışığına çıkmaktadır.

Şunu biliyorum ki, bu ülkeyi neo-liberal küreselleşmenin sömürüsünden çıkarmak isteyen bu sömürüyü deşifre eden aydınlar var. Bu aydınların gözü, liberalizmin sahte özgürlük ışığı ile kararmamış. Solcu olmanın omurgasını sinsice kaybettirmeye çalışanlara karşı gerçek enternasyonalizmi, demokrasiyi ve özgürlüğü anlatabilecek birileri var. Ve bu bilgiler ile biz, ırkçılığın, milliyetçiliğin, faşizmin gelişemediği, sosyal adaletin, ülkeler arasında da egemen olduğu başka bir Avrupa’yı ve başka bir dünyayı kuracağız.



[1] Grefe,C.,Grefrfrath, M.,Schumann,H.,ATTAC,Çev. Ülkü Hastürk, İstanbul, Çitlembik Yayınları, 2003, s.15.
[2] A.g.e., s.56.
[3] A.g.e., s.54.
[4] A.g.e., s.57.
[5] A.g.e.,s.61.
[6] A.g.e., s.57.
[7] A.g.e., s.57.
[8] A.g.e., s.175.
[9] A.g.e., s.63.

Comments (0)

Yorum Gönder